Kayıtlar

Roman Yazmak

"Çok zeki kişilerin ya da sıradan insanların dışında kalan çok bilgili kişilerin roman yazmaya genelde uygun olmadığını düşünürüm. Roman yazmak -ya da öykü yazmak- denilen eylem oldukça düşük hızda, küçük viteste yapılan bir iştir. Gerçek düşüncemi söylersem bu iş, yürümekten biraz daha hızlı, bisiklete binmekten biraz daha yavaş yapılan bir iştir. Böylesine düşük hızdaki bir bilinç eylemine uyum sağlayan insanlar olduğu gibi uyum sağlamayı başaramayan insanlar da vardır."  Haruki Murakami, Mesleğim Yazarlık Haruki Murakami "Mesleğim Yazarlık" isimli kitabında roman yazmanın bir "zihin durumu" olduğundan bahseder. Dingin, sakin bir zihniniz olması gerektiğini anlatır. Buna sonuna kadar katılıyorum. Roman ya da öykü yazmak müthiş bir yavaşlık gerektiriyor. Ben öykü yazarken gerekli sabrı çok da gösteremiyorum ancak roman yazarken karakterlerin içine girdiğim için çok daha dingin ve yavaş olabiliyorum. Öyküde biraz aceleciyim hatta bazı öykülerimi bu açıdan

Yazmak ve Yemek Yapmak

Birbirine bu kadar benzeyen başka iki eylem daha var mıdır, bilmiyorum. Yazmak ve yemek yapmak. Ben yazmak derken hikâye anlatıcılığını yani kurmaca yazarlığını kast ediyorum daha çok. Yemek yapmayı da hikâye anlatıcılığına benzetiyorum. İyi bir yemek yapmaya veya iyi bir hikâye anlatmaya başlamadan önce birbirine benzemeyen ancak birbiriyle uyum içinde olacağına inandığınız malzemeleri bulursunuz. Bunlar yazarlıkta kavramlar, karakterler, fikirler, mekanlar, temalar olabilir. Diğerinde ise yemek yapmakta kullanacağınız malzemelere karar verirsiniz. Neyle ne iyi gider? Damak tadınızın hafızasını yoklarsınız. Mesela portakal ve çikolata. İki farklı tattır. Ancak bir tatlıda nasıl da yakışırlar birbirlerine. Tezatlardan yola çıkarsınız bazen. Balla acı biber nasıl olur? Hikâye anlatıcılığından örnek verecek olursak; ya karakter cenazede aşık olursa ne olur? İkisi de biraz büyücülük gerektirir. Biraz davul tozu, iki kurbağa bacağı, bir diş sarımsak… Elinin lezzeti olan aşçılar büyüc

Gündelik Hayat Üzerine Birkaç Söz

“…yaralı tepeden tırnağa herkes yaralı/ alışılmıyor acıya yok kaidesi kuralı/ kanayıp ne kadar tutabilirsin gül uğruna dikeni/ ne gelen anladı ne giden olanı biteni…” (Sezen Aksu) Kadınlar kendilerini genç yaşta, eteklerinde iki çocukla bir eve kapalı buluyorlar. Her yerde genç anneler görüyorum. En fazla yirmi beş yaşlarında şehirli kadınlar bunlar. Daha kendilerini tanımadan, büyümeden anne olmuşlar. Evlilikte lanet bir iş bölümü var. Erkek sadece işe gidip geliyor. Diğer bütün işler kadında. Ev hayatı iki bölümden oluşuyor. Eve erkek gelmeden önceki ev hali, erkek geldikten sonraki ev hali. Gündüz çocuklar salonda oyunlar oynuyor, evi dağıtıyor, ortalıkta döke saça yemek yiyor. Bir yandan mutfakta yemekler pişiyor, sonra çamaşır yıkanıyor, asılıyor, ütü yapılıyor, ev temizleniyor, çocuklar okula götürülüyor, yıkanıyor paklanıyor… Evde işler bitmiyor. Ev işi zaten görünmez. Erkek işten eve geldiğinde her yer toplanmış, yemekler hazır, çocuklar ve ev temiz, gömlekler ütülenmiş ol

Bir Fenomen: Yazar Tıkanması

“W riting  about a  writer's  block is  better than not writing  at all.” Charles Bukowski Bir yazarın tıkanma yaşaması hakkında yazmak hiç yazmamaktan iyidir. Böyle demiş Bukowski. HT Hayat Okur Blogu’na ne yazsam diye düşünürken bu söz geldi aklıma. Şu sıralarda bir novella üzerinde çalışıyorum. Ortalarını geçtim ama daha ilk versiyondayım. Sonunu bildiğim, bölümlerine ayırdığım, yapısı belli bir kısa roman. Yine de ayrıntıları bilmiyorum. Sahneleri yazarken yavaş yavaş kurguluyorum ve bazen tıkanıyorum. Karakterlerim öylece donup kalıyor. Ben de ekrana bakakalıyorum. Böyle zamanlarda başka şeylerle ilgilenmek iyidir. Hatta gezmek. Biz de geçen hafta, tebdil-i mekânda ferahlık vardır diyerek Karaburun’a gittik. Birkaç günlük bir molanın ardından, evde yeniden bilgisayarın başına geçtim. Yazamıyorum. Yazsam da istediğim gibi olmuyor. Yürmi dört bölümlük bir novella bu. Taslağını çıkardım. İkinci bölümdeyim. İlk bölüm hızlı gitti. Bir film izliyormuşum hissiyle yazdım. Sonra

Şehirler, Vasat Hayatımız ve Küçük Şeyler

İstanbul’un en güzel yanı İzmir’e dönüşüdür. Bunu, yaklaşık on yılını İstanbul’da geçirmiş biri olarak söylüyorum. İstanbul’la genelde aşk-nefret ilişkisi kurulduğunu gördüm. Çok sevilir, aynı zamanda hiç sevilmez. Zordur İstanbul. Ben İstanbul’u çalışmadığım bir dönemde sevdim. Hafta içi sokaklarda kimseler yokken gezerdim. Özellikle tarihi yarımadada. Ne güzeldir… Süleymaniye, Eminönü Camii, Mısır Çarşısı, Kapalı Çarşı, Ayasofya, Çemberlitaş Hamamı, Arkeoloji Müzesi, Gülhane Parkı… Gez gez bitmez. Hafta sonları her yer kalabalık olur, evden çıkamazsınız. Çıkarsanız pişman olursunuz. Merkezi bir semtte oturuyorsanız semtiniz dolar taşar. Taksim’e, Moda’ya filan gidilmez. Bütün kozmopolit şehirler gibi İstanbul da hayat doludur ama. Her şeye rağmen sizi kendine çeker. Lanet eder durursunuz. Sonra bir bahar günü vapura binersiniz ve aşkınız canlanıverir. Tuhaftır İstanbul. En azından son yirmi yıldır daha tuhaf. Daha kaçılası bir yer. Göç vermeye çoktan başladı bile. Altı yıldır y

Dünya Ahvali ve İçe Dönmek

Gerçeklere katlanamayan biri olarak uzun zamandır güncel siyaseti, haberleri takip etmiyordum. Maruz kaldım tabii. Sosyal medya, bir dost sohbeti derken nereye kadar gündemden kaçabiliriz ki? Sonucu fena; dengem bozuluyor. Alt üst oluyorum. Güvenlik duygum yok oluyor, kaygılı, endişeli bir ruh haline giriyorum. Bu ülkenin gerçeği.  Yazmak ve dört beş aydır hayatıma giren polimer kil sayesinde içe dönüp akıl sağlığımı korumaya çalışıyorum. Yazmak; başkaları olmak, başka dünyalara gitmek, hayal dünyasında kaybolmak bana bu hayatta en iyi gelen şey. Polimer kil ile takı yapmak ise zihnimi dinlendiren, rahatlatan yeni bir uğraş oldu. İçe dönmenin yolları bunlar. Yarı dışa dönük, yarı içe dönük biri olarak her gün tek başıma vakit geçirmezsem rahat edemiyorum. Yalnız kalmak ciddi bir ihtiyaç benim için. Hiçbir şey yapmasam bile.  Dünyanın çivisi çıkmış gerçekten. Yapıyı ayakta tutan duvarlar yıkılıyor. Küresel ısınmanın tuhaf etkileri bir yandan, baskıcı yönetimler bir yandan, düzenin insan

Öykü: Pontiac Firebird

Ev sahibim kirayı ödeyemediğim için evden çıkarmıştı. Eşyalarımı götüreceğim bir yer bile yoktu. Ne yapacağımı bilmiyordum. Hepsini apartman kapısının önünde bırakıp içmeye gitmiştim. Yürürken yarı sarhoş halde bir galeriye girdim. İçeride beyaz, üzerinde alev resimleri olan cillop gibi bir Firebird bana bakıyordu. Yaklaşan takım elbiseli, kel adam bir şeyler anlatmaya başladı. Ayakta zor dursam da çaktırmıyordum. Yani; sanırım. O anlatırken bir yandan hayal görüyordum. Tuhaf hayaller. Geniş bir yolda Firebird’ü sürüyorum, ileride serap, gözlerimi alan parlak güneş, ıssız yollar, rüzgâr… “Hoş geldiniz. Sizi Pontiac Firebird’le tanıştırayım efendim. Ateşi bütün bedeninizde hissedeceksiniz. O sadece bir otomobil değil, 1978 doğumlu bir bebek, ruhunuzu ısıtacak bir makine. Sizi ateşiyle öylesine sarıp sarmalayacak ki, ona yumuşak makine bile diyebiliriz. Üstelik Firebird’e sahip olduğunuzda bütün gözleri üzerinizde hissedeceksiniz. Bir yıldız gibi. Dünyada kazanılan bütün madalyalardan,