Gündelik Hayat Üzerine Birkaç Söz
“…yaralı
tepeden tırnağa herkes yaralı/ alışılmıyor acıya yok kaidesi kuralı/ kanayıp ne
kadar tutabilirsin gül uğruna dikeni/ ne gelen anladı ne giden olanı biteni…”
(Sezen Aksu)
Kadınlar kendilerini genç
yaşta, eteklerinde iki çocukla bir eve kapalı buluyorlar. Her yerde genç
anneler görüyorum. En fazla yirmi beş yaşlarında şehirli kadınlar bunlar. Daha
kendilerini tanımadan, büyümeden anne olmuşlar.
Evlilikte lanet bir iş
bölümü var. Erkek sadece işe gidip geliyor. Diğer bütün işler kadında. Ev
hayatı iki bölümden oluşuyor. Eve erkek gelmeden önceki ev hali, erkek
geldikten sonraki ev hali. Gündüz çocuklar salonda oyunlar oynuyor, evi
dağıtıyor, ortalıkta döke saça yemek yiyor. Bir yandan mutfakta yemekler
pişiyor, sonra çamaşır yıkanıyor, asılıyor, ütü yapılıyor, ev temizleniyor,
çocuklar okula götürülüyor, yıkanıyor paklanıyor… Evde işler bitmiyor. Ev işi
zaten görünmez. Erkek işten eve geldiğinde her yer toplanmış, yemekler hazır,
çocuklar ve ev temiz, gömlekler ütülenmiş oluyor. Erkeğin ayağına terlikleri
veriliyor. Önüne yemeği koyuluyor, televizyon zaten açık oluyor. Kim yapıyor bu
işleri? Kadın. Birbirinin aynı olan günler böyle geçiyor. Erkek dışarıda bir
kölelik düzeninde çalışıyor. Kadın da ev kölesi. Sezen’in dediği gibi, bu
hikâyede herkes yaralı.
Peki böyle oluyor da ne
oluyor? Bu modern kölelik insan hayatından neleri alıp götürüyor? Öncelikle
benliğini. Sonra karakterini. Otantikliğini. Geriye hem fiziksel olarak hem de
ruhsal olarak birbirine benzeyen, koflaşmış insanlar kalıyor. Her geçen gün
biricikliğimiz azalıyor. Korkak, kendi özgün taraflarını kaybetmiş, bu yüzden
etkiye açık, hatta otantikliklerini hiç fark etmemiş insancıklar. Öylesine
üzücü ki… Bir yaradan bahsedeceksek “kendini tanımamış” olmaktan daha derin bir
yara var mı? Sonra ne yoga, ne enerji seansları, ne şifacılık, ne fallar kâr
etmiyor. Hayatımız kendimizi iyileştirmeye çalışmakla geçiyor. Hepimiz
yaralıyız…
Kadınlar erkeklerden daha
cesur. Birbirlerine tutunuyorlar. Hem birbirlerini hem erkekleri
iyileştiriyorlar. Erkekler genelde daha korkak. Müthiş bir rekabet ortamında
çalışa çalışa korkak oluyorlar. Öncelikle işlerini kaybetmekten sonra
haksızlığa uğramaktan derken her şeyden korkmaya başlıyorlar. Kendilerinden
bile. Kendilerini hiç keşfedemeden yaşlanıyorlar. Sonra kadınlar hep aynı
şeylerden yakınıyor. “Bizimkinin algısı zayıfladı. Dediklerimi anlamıyor artık.
Basmıyor adamın kafası. Emekli oldu, beyin durdu sanki.” Erkeklerin pili
bitiyor. Ömür boyu robot gibi çalışmaktan tükeniyorlar. Işıklarını
kaybediyorlar. Onlara emekli olmuş köleler gözüyle bakmayı unutmamak lazım.
Kadının köleliğinde ise emeklilik yok. Ölene kadar evde çalışıyor, erkeğe
hizmet etmeye devam ediyor.
Ev hayatına geri dönelim
çünkü gündelik hayat her şey demek. Her şey bir günde olup bitiyor. Ertesi gün
yeni ve taze bir gün başlamalıyken başlayamıyor. Kadınlar olmasa gündelik hayat
olduğundan daha da beter bir şekilde tek tip olacak. Kadınlar günü
yaratıyorlar. Eve hayat getiriyorlar. Mutfaktaki fesleğene su veriyorlar.
Koltukların yerini değiştiriyorlar. Sürekli hareket halindeler, yenileniyorlar.
Ellerinden geldiğince. İnsan beyninin iyi çalışması ve gelişimi için bu küçük
değişiklikler çok önemli. Uzmanlar her gün bu yüzden gittiğiniz yolu değiştirin,
sağlaksanız sol elinizle dişinizi fırçalayın filan diyorlar.
Gündelik hayat her
şeydir. Yaralarımızı gündelik hayatı her gün bıkıp usanmadan güzelleştirerek biraz
olsun iyileştirebiliriz. Kahvaltınızı aynı yerde aynı şekilde etmeyin, çayı
farklı fincanda için, işe giderken kendinize çiçek alın ve masanıza koyun, akşam
yemeğini hep aynı saatte yemeyin… “Ayrıntılar, küçük şeyler bunlar” deyip
geçmeyin. Her gününüzü farklı yaşamaya çalışın. Bu bir direniş. Ayrıntılarla
ilgilenin ve günü yaratın. Tıpkı her gün biz kadınların yaptığı gibi.
Sevgiyle,
Yorumlar
Yorum Gönder